“Kültür” kelimesi edebiyat kelimesine nazaran daha geniş bir mana taşır. Edebiyat dışında ki bütün güzel sanatlar, resim, musiki, dans, heykel, mimari, ilh. Kültür sahasına girdiği gibi, güzel sanatların dışında insanoğlunun elinden çıkma eşya, yiyecek, içecek, elbise, silah, alet vesaire de kültür sahasına girerler. Böyle olmakla beraber, ben şahsen edebiyatı hemen hemen kültüre denk buluyorum. Denklik ayniyet demek değildir. Aynadaki hayal, kendisine akseden eşyaya benzer. Edebiyat, bu manada kültürün aynadaki aksine benzetilebilir. Bu demektir ki, kültür sahasında ne varsa, onların akislerini edebiyatta bulmak mümkündür. (Sayfa 11)
Medeniyet veya kültür değişmesi, toplumların hayatında çok çeşitli meseleler doğuruyor. Önce yüksek tabaka, idare eden sınıf, yabancı tesir altında kalıyor. Halk kitlesi genellikle eski yaşayış tarzını, örf ve adetlerini devam ettiriyor. Bunun neticesi olarak aydın tabaka halktan kopuyor. Halk, yabancı tesir altında kalan aydını, dinine, memleketine ihanet etmiş sayıyor. Aydın tabaka halkı, onun dinini, örf ve adetlerini beğenmiyor. Ona zorla, kendisinin değer verdiği kültür ve medeniyeti kabul ettirmeye kalkıyor. Bunun neticesinde, aydınlarla halk arasında gerginlikler, anlaşmazlıklar, çatışmalar oluyor. (Sayfa 29)
“Millî şuur” adı üstünde “şuur” demektir. Şuur ise bilmek, farkına varmak manasına gelir. Milletinin tarihini bilmeyen, kelimenin gerçek manası ile “milli şuur”a da sahip olamaz. Milletlerin tarihi tecrübeler uzviyette olduğu gibi irsiyet veya tohum vasıtasıyla nesilden nesle geçemez. Tarih hakkında bilgi, kültür yani öğrenme yoluyla elde edilir. Bir millet, çocuklarına tarihi öğretmezse, onlar kendiliklerinden bu bilgiyi edinemezler. Hatta buna ihtiyaç bile duymayabilirler. Milletlerin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi ve sorumluluk duygusu da hissetmezler. Böylelerin yabancı tesirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok kolaydır. (Sayfa 54)
Bugün büyük bir kısmı yıkılmış olan eski Türk medeniyetini gözümüzün önünde canlandırabilmemiz için, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi estetik zevke, hayal ve tasvir gücüne sahip sanatkârlara ihtiyaç vardır. Beş Şehir eski Türk işçiliğini belirten daha pek çok ince görüşle doludur. Abdülhak Şinasi Hisar’ın yazılarında da bu nevi tasvirlere rastlarız. Evliya Çelebi, bize eski Türk şehirlerini her cephesi ile anlatan büyük bir yazardır. Onun eserinin eksiksiz olarak bugünkü dile çevrilmesi ve Türkiye’ye gelen Avrupalı ressamların yaptıkları gravürlerle süslenmesi lazımdır. (Sayfa 68)
Konuşma ve yazının tecrübe çağına kadar düşünce faaliyetinin esası olması çok dikkate değer sonuçlar verdi. Eski Yunan kültürünün diyalektik vasıtasıyla doğduğu malumdur. Yunanlılar bu usulle hayret edilecek hakikatler bulmuşlardır. Bunun sebebini, yalnız usulde değil, bizzat dilin mahiyetinde de aramalıdır. Çünkü dil kendi içinde bazı hakikatleri ihtiva etmeseydi, hiçbir usul ondan bir zerre hakikat çıkaramazdı. İnsanın iç ve dış bütün hayat tecrübelerine refakat eden dil, adeta fizyolojik olarak, kelime ve cümlelerin içinde bu tecrübeleri teklif etmiştir. Bundan ötürü, yalnız dile dayanarak düşünen bir adam, dilde yüzyıllardan beri birikmiş olan bu tecrübeleri meydana çıkarmak, mukayese etmek ve birleştirmek suretiyle bazı hakikatlere erişebilir. Sokrat ve Eflatun bu suretle birçok derin mefhumlar elde etmeye muvaffak olmuşlardır. Bu usul bugün de günlük konuşmalarda, hatta birçok bilgi alanlarında tatbik olunur. Açık ve sistemli tecrübeye istinat etmeyen her düşünce faaliyeti, dilin içinde birikmiş olan müşterek ve dağınık beşeri tecrübeye dayanır. Bu usulün hakikati bulmak konusunda, pek de sağlam olmadığını tecrübî ilimler göstermiştir. (Sayfa 140)
Kültür dili tabirini, günlük konuşma ve ilim dili dışında geniş manada yazılı ve sözlü edebiyat dili karşılığı olarak kullanıyorum. Günlük konuşma dilinin başlıca özelliği, günlük ihtiyaçlara cevap vermesidir. İçine bazı unsurlar karışsa bile o ilmi ve edebi bir maksat gütmez. Sözlü halk edebiyatı, şekli ve muhtevası bakımından günlük dilden farklıdır. Bundan dolayı o kültür diline girer.
Okuma yazma bilmeyen nice halk hikâyecisi ve şairler vardır ki, günlük dili estetik bir maksatla kullanırlar ve böylece toprağı altın yaparlar. Halk kültürü ile beslenmiş bir köylünün dilinde onlar pırıl pırıl parlar. (Sayfa 166)
Bu millet, Tanzimat’tan sonra “hürriyet” kelimesine mukaddes bir mana vermiştir. Onu halkın kafasına yerleştirmek için yüzlerce şiir, makale, hikâye, hatta piyes yazılmıştır. Bu kelime telaffuz edilince herkesin kafasında ona bağlı fikirler, eserler, kahramanların hayali uyanmıştır.
Fakat Türkiye’de demokrasi başlarken biri çıkmış, bu zengin çağrışımlı kelimenin yerine uydurma “özgürlük” kelimesini icat etmiştir. Nasılsa, okul kitaplarında “hürriyet” kelimesi “özgürlük” ile değiştirilmiş, böylece yüzyıllık bir geleneği olan bir kavramın muhtevası boşaltılmış; çıplak, zıpçıktı, kendisinden başka sadece densizlerin hatırlatan bir teneke-kelime madalya diye yakalara asılmıştır. (Sayfa 202)
Ziya Gökalp, dili kültürün temel öğesi sayar. O, bu görüşünde haklıdır. Çünkü dil, duygu ve düşüncenin adeta kabıdır. Bir ulusun bütün duygu ve düşünce hazinesi, dil kabına veya kalıbına dökülür ve bu dil kabı ile yerden yere, kuşaktan kuşağa aktarılır. Yazı, dilin sesini kaydeden bir araç olarak dilin bir parçasıdır. Fakat kültür, söz ile de bir ulus arasına yayılır.
Dil kültürün temeli olduğuna göre, bir ulusun dil ile ifade ettiği sözlü, yazılı her şey kültür kavramına girer. Sabahtan akşama kadar evde, sokakta, çarşıda, iş yerinde konuşan halk, farkında olmadan dil tarlasını eker, biçer. Dilin duygu ve düşünce ile dolmasının nedeni, günlük yaşama çok yakın olmasıdır.
Aslında dili yaratan yaşam, daha doğrusu toplumsal yaşamdır. Anne çocuğuna bir oyuncak verir: “Bak sana otomobil getirdim.” der. Böylece çocuk, oyuncak otomobil ile beraber “otomobil” sözcüğünü öğrenir.
Dil deyince, konuşulan yazılan bütün sözcük ve cümleleri anlamak gerekir. Halk günlük yaşamında sözcükleri köklerine göre ayırmaz. Onu ilgilendiren, sözcüklerin anlamı, işe yaramasıdır. Bir bakkal dükkânında on dakika oturup halkı dinleyerek hangi sözcükleri kullandığını saptayabilirsiniz.
İlle öztürkçe yazılmamış, “normal”, “tabii” yazılı bir üründe, bir gazete veya kitapta da bu işi yapabilirsiniz. “Normal” ve “tabii” konuşan halk gibi, “normal” ve “tabii” yazan bir yazar da sözcüklerin kökenine değil, anlamına, ayırtısına ve işe yararlılığına önem verir.
Her ulus dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Bu esnada o, akan bir nehir gibi, içinden geçtiği her topraktan bazı öğeler alır. Her uygar ulusun konuşma ve yazı dili, karşılaştığı uygarlıklardan alınan sözcük ve deyimlerle doludur. Bu bakımdan her ulusun dili, o ulusun çağlar boyunca yaşadığı tarihin sanki bir özetidir. Dile bu gözle bakılırsa anlam kazanır.
Batılı dil bilginleri, filologlar yazılı veya sözlü kültür eserlerini incelerken, bir arkeolog gibi hareket ederler. Bir çeşit “dil arkeolojisi” yaparlar. İlkin inceledikleri metnin tarihini saptamaya çalışırlar. Çünkü her metin dil tarihinin bir kesitini verir. O kesitte, yerli, yabancı ayırmaksızın yazılışı, söylenişi, anlamı dikkatle saptanır. Çünkü en küçük bir işaret, bir ses değişmesi, o sözcük hatta bütün metnin anlamını değiştirebilir. Eğer Sümerce bir metinde Tanrı ve at sözcükleri Türkçe Tanrı ve at anlamlarına geliyorsa, bu, bütün insanlık tarihine yeni bir gözle bakmayı gerektirir. Bundan dolayı dil bilginleri, filologlar eski metinleri incelerken kılı kırk yararlar. Sözcüklerin kökenleri onları dil ve kültür tarihi bakımından ilgilendirir. Göktürk harfleriyle yazılmış bir mezar taşında görülen Çince, Hintçe bir sözcük, dil ve kültür tarihi bakımından önemli bir anlam taşır. Türklere ait eski metinlerde sade Türkçe sözcüklere önem vererek, yabancıları bir kenara atmak hem kültür kavramına, hem de ilmî düşünceye aykırıdır. Dili bir ulusun uygarlık tarihinin aynası olarak inceleyenler, onda pek çok şey görürler.
Dil ile tarih ve kültür arasındaki ilgiyi bilen bir kimse dili tek başına almaz. Çünkü dilde her sözcüğün yazılış, ses, biçim ve anlamını tayin eden, tarih ve kültürdür. Yunus Emre’nin şiirlerinin dilini, yazıldığı dönem ve çevreden ayrı ele alamazsınız. Çünkü o ağacın kökleri gelenek ile beraber, yetiştiği topraklara sımsıkı bağlıdır. Bu da gösterir ki filolog sadece dilci değil, geniş kültürlü, kafası dil gibi yaşamın bütün olanaklarına açık bir insan olmalıdır.