Talip Apaydın’ın Anılarının Bir Derlemesi: Köy Enstitüsü Yılları

Uzun zamandır yapmam gereken bir şey olduğunu düşünüyordum, Köy Enstitülerini araştırmayı, onlar hakkında bilgi edinmeyi. Bu araştırmaya bu kitapla başlamaya karar verdim. Esasında bende, özü Enstitü olan ve hala içinde bu kültürün kalıntıları olan bir liseden mezundum: Ortaklar Köy Enstitüsü, ardından öğretmen okulu, sonra Anadolu Öğretmen Lisesi, şimdi de Fen Lisesi. Ama kültür hiç değişmedi, umuyorum ki hiç değişmez.

Kitaba gelecek olursam, Talip Apaydın Köy Enstitüsü anılarını derleyip bize sunuyor. Bu kitabı yazma sebebini, zamanın okul genel müdürü ve Köy Enstitülerinin kurulmasında fikir babalığı yapmış Hakkı Tonguç’a bir borç olarak belirtiyor. 1926’da Polatlı’ya bağlı Ömerler köyünde doğan Talip Apaydın, Çifteler Köy Enstitüsü’nü, ardından başarısının getirdiği sonuç olarak Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü Güzel Sanatlar bölümünü bitiriyor.

Apaydın, enstitünün ilk yıllarında çok çalıştıklarını vurguluyor:

Biz karada yüzme talimi yapar gibi hazırlanmıyorduk, bizzat hayatı yaşıyorduk, hayatın bütün gerçeklerini yerine getiriyorduk.

Öyle bir ortam yaratmışlar ki çalışmayınca rahatsız oluyorduk. Kaytaran, işten kaçan arkadaşlarımız en büyük ayıbı işlerdi. Utanç çukuruna düşerdi. Birlikte çalışmanın, başarmanın, ortaya eser koymanın coşkunluğu içindeydik.

17 Nisan 1940 Köy Enstitüleri Kanunu’nun kabulünden sonra, kendi okullarına yaptıkları binalar, ülke çapında büyüyor. Ne demek bu, yeni kurulmakta olan enstitülere dağılıyorlar ve oralarda binalar, yerler yapıp dikiyorlar.

Mezun olduğum okula, Ortaklar Fen Lisesi’ne geldiğiniz zaman bir etrafa bakın, yukarılara çıkın. Gördüğünüz çoğu yapı, zamanında bu okulda okuyan öğrenciler tarafından el emeği alın teri ile dikilmiştir.

Apaydın, ayrıca enstitünün kendisine kattığı düşünme ve sorgulama yeteneğini kitapta bizlere de gösteriyor:

Boyun eğen insan, yalvaran, miskin insan bu çağın adamı değildir.

Biz yüzyıllardır kula kul olmuş bir milletiz. Bundan kurtulacağız, bu kabuğu kıracağız artık.

… İşte arkadaşlar, Arabistan’dan Almanya’ya doğru insanın görünüşü ve uygarlığın yükselişi budur.

Şaşırdığım bir nokta, kitapta Remzi Kitabevi’nden de bahsediliyor. Demekki o yıllarda da varmış.

..Bizim de bütün öğrendiklerimizin, düşündüklerimizin bir ucu köye değinirdi..

Çalışan, bir iş yapan, çevresine yararlı insan değerlidir artık.

Tabii kitapta zamanın gericilerinden de, çaresiz köylülerden de bahsediliyor. Kayıran adamın olmadan ilerlenmeyeceğini, Apaydın’a sürekli bahsetmişler. Tabii kendisi buna şiddetle karşı çıkmış, hak almanın yolunun çalışmaktan geçtiği inatla söylemiş.

… ne verebilirlerse verir, sonra kururlardı. Ağaçlarımız da insanlarımıza benziyordu.

“Bunca ışık arasında, bir tek kör kandilim yok” diyen bir dostumun sözü bana hep İstanbul’un o ilk gördüğüm ışıklarını anımsatır.

Afitap otelinden bahsediliyor. İstanbul’a geri döndüğümde ziyaret edeceğim yerlerden birisi.

Lise, üniversite zamanında fırsat bulup öğrencilerin gezdirilmesi gerektiğinden bahsediyor ki kesinlikle katılıyorum. Çok okuyan mı çok gezen mi ? Gezerken okuyan tabii ki de 🙂

Çifteler zamanında müzik susuzluğu için de olduğundan bahsediyor ama beni şaşırtan bir olay var, enstitüye müzik dersine Ruhi Su geliyor. O yoklukta, böyle kaliteli sanatçılar öğrencilere dersler veriyor. Şimdi ise, varlık var fakat bu kadar kaliteli öğretmen var mı, tartışılır.

Halk müziğine önem verilmesi gerekiyor.

Tabii o zamanın yokluğu da Apaydın’a epey zorluk çektirmiş:

Sofradan hiç doyamadan kalkardık. Yaşlarımız 14,15, 16.. Tam büyüme çağımız. Çok zor oluyordu, unutamam. Parası olan gider leblebi üzüm alır yerdi. Olmayan ne yapsın, yutkunur otururdu.

Zamanın cumhurbaşkanı İnönü, enstitüye sık ziyarete gelirmiş. Bundan anladığım kadarıyla, Atatürk’ün ölümünden DP’nin kurulduğu vakte kadar, halkla iç içe bir politika sergilemiş İnönü.

Bayramlarda çalışırken bahsettikleri, çok beğendiğim bir slogan üretmişler:

Bayramda çalışırız bayramlar için !

.. işte gördünüz, inanarak çalışan yapar ! Amacına ulaşır ! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye’yi de yükseltebiliriz !

Tabii enstitü yıllarında tarım da yapılırmış, öğrenciler kendi emeklerinin ürünleriyle doyarmış.

Köy Enstitülerini kötüleyenlerin en çok yüklendikleri noktalardan birisi, bu kadar işin gücün içinde kültür derslerine az yer verildiği, öğrencilerin iyi yetiştirilmediği konusudur.

Eli kolu işlenmemiş, anlayış ve görüş açısı yaşamı güzelleştirmeye çevrilmemiş, bütün bilgileri ezber halinde kafasının içinde kalmış insan, kültürlü insan mıdır ?

Olayın özü bu işte. Okumuş cahillikten kurtulmanın yolu, somut olmak.

Gericilere malzeme veren diğer noktalardan ikisi ise, kızlı erkekli okumak ve içerde “komunist”liğin öğretildiği kanısı.

Ayrıca Apaydın, o günkü yazarların köylerden yazmadığından da yakınmış kitabında. Bunu sorguladığında, yazarların %90’ının İstanbul’da doğduğunu farketmiş.

Yokluktan ise hiç şikayetçi olmamış Talip Apaydın, ama değerlerinin bilinmemesinden haklı olarak şikayetçi:

.. hey be nelerle okuduk biz, devletimize ne kadar ucuza mal olduk. Gene de yaranamadık.

Apaydın gibi enstitü kültürüne düşkün bir arkadaşı varmış, Mustafa Buğday diye. Enstitülerin kapatılmasından sonra, köylü uyanışına verdiği destekten ötürü içeri atılmış.

lükse karşı idik. Hiç hademe yoktu. Çamaşır, bulaşık hariç, her çeşit temizliği kendimiz yapardık.

İnsanı sevmeyen, insana saygısı olmayan kişinin ulusseverliği sözden öteye geçemezdi. Hatta milliyetçiyim diye milleti soyar, halkı uyutur, karanlıkta bırakırdı. Gerçek yurt sevgisinin de bir ağacı, otu, çiçeği, tarlayı, toprağı sevmekten başlayacağını sezinliyorum.

Yukarıdaki söz tartışılır tabi. Günümüzde ne insanlar var, ben bununla nasıl beraber yaşıyorum diyorsunuz. Ülkeye bir faydası olmayan, yeme içme nargileden başka bir şey bilmeyen, Haliç sularında anadan üryan denize atlayan insanlar.

.. bizim o zaman çocuk aklımızla düşündüklerimiz, konuştuklarımız şimdi gazetelerin günlük konuları.

Apaydın’ın kitap boyunca çok değer verdiği üç isim var: Hasan Ali Yücel, Hakkı Tonguç ve yazın ve fikir adamı Sebahattin Eyuboğlu. Bu üç adamı ayrı ayrı araştırmakta fayda var.

Uygarlığın tarihi ‘iş’in tarihidir.

Türkiye’de gerçek bir aydın olabilmek için yabancı kültürden yararlanmak, doğrudan doğruya ana kaynaklara eğilmek gerektiği sık sık söylenirdi.

… Bir kere biz öğrenmek, yetişmek susuzluğu içindeydik.
..
Bir şeyi olduğu gibi kabul etmek hatalıdır..

İnönü’nün sempatikliğinden de bahsediyor. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü zamanlarında, her cumartesi Ankara’daki konsere gelirmiş, Apaydın’a sanki onu çok iyi tanıyormuş imajı verirmiş.

Sonradan çıkan sağcı solcu muhabbetleri, enstitüleri zora sokmuş:

Birbirimizle uğraşmalar, sonunda kıyasıya bir savaşıma dönüştü ve Köy Enstitüsü düşmanlarının ekmeğine yağ sürdü. Yalan yanlış haberler iletilerek sağcı çevrelerin gazabı körüklendi.

Hasan Ali Yücel’in oğlu Can Yücel, Bülent Ecevit, hepsi edebiyat insanı olduğu için Apaydın ile enstitü yıllarında samimi arkadaşlıklar kurmuşlar. İçim bir güzel oldu bu kısmı okuyunca. Hatta Can Yücel’in Apaydın’a ilettiği bir söz var:

Demokrasi iyi bir şey, ama çok partili hayattan gericiler yararlanacak gibi. Öyle görünüyor.

Ayrıca Apaydın, İnönü’nün zamanında enstitüleri desteklediğini, kanunu meclisten çıkardığını, fakat sonradan Demokrat Parti’ye enstitüleri yedirdiğinden bahsediyor.

Köylünün uyandırılması sözü, işi yolunda çevrelerin uykusunu kaçırmıştı.

Zamanında köy ağalarının köylülere olan büyük eziyetlerinden de bahsediyor. Zaten enstitülerin kapatılmasının büyük sebebi bu ağalarmış. Ağalar, milletvekilleri hep bu konuşmaları yapıyorlarmış:

Köy enstitülerinde gençler zehirleniyor. Komunistlik aşılanıyor. Ama bazı temiz kalmış (!) gençler ‘gelip bizi kurtarın’ diyorlar.

Kazım Karabekir bile, enstitülere baskı yapıyormuş (o zamanın BMM başkanı)

Memlekette çok partili hayatın başlaması, dolayısıyla Halk Partisi’nin devrimlerden, ana ilkelerden ödünler vermesi, hele üst kademelerde değişiklikler yapılması, önce bizim tarafı sonra Tüm Köy enstitülerini dipten sarstı.

Kolay başarı, gelip geçici sükse, benim işim değildi. Daha sürekli çalışacaktım ben. Ciddi amaçlar peşinde yürüyecektim. Bazı doğruları ve gerçekleri kavramıştım.

Enstitülerin kapatılmasından kısa süre önceleri, mezunların okullara gitmesi yasakmış. Esasında, mezunlar gözetim altında gibi bir şeymiş. O derece sıkıntıymış.

Kendi ellerimizle kurduğumuz Enstitü’ye ancak gelip geçerken uzaktan otobüsün ya da trenin penceresinden bakabiliyorduk. Gizli gizli, ezile ezile.

Eğitim sorunları aşağılık politikacıların elinde altüst olmuştu. Ortalığı kuru gürültücüler doldurmuşlardı. Sorunların kabuğu kırılıp da içine girilmiyordu. Ah, toplumumuzun on yıllık şanssızlığıdır bu, işler ufacık adamların eline geçmişti.

Atatürk’ün istediği uygar Türkiye, en kısa zamanda, en ileri biçimiyle yaratılacaktı. Olmadı. Ağaların, imamların, politika tüccarlarının işine gelmedi bu gidiş.

Kitapta çok mutlu olduğum yerlerden birisi de, bizim okuldan da bahsediliyor. Ne diye bahsedildiği sürpriz olsun 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir